(Bir aşkın 30 yıl susan hikâyesi)
Bazı aşklar vardır, söylenmez.
Sadece yaşanır.
Gözlerin içinde saklanır, suskunlukla büyür.
Acısı içini yakar, ama o yangından bir huzur doğar.
Çünkü acısıyla sevmek, bazen en sahici sevmektir.
İşte böyle bir adam oturdu yanıma bir akşam.
Yazılarımı okumuş, birkaç yazıda kendi hikâyesinden bir şeyler bulmuş,
“Sanki beni anlatmışsın hocam,” dedi.
Gülümsedim.
Oturduk, çay söyledik.
Ama daha çay gelmeden gözleri başka bir yere gitti.
Dudaklarının arasında biriken kelimeler, sanki kalbinden çıkarken yanmış gibiydi.
Her hecesi, yıllarca içinde sakladığı bir sır gibi ağırdı.
“Benim bir aşkım vardı hocam…” dedi,
sesi hafif titriyordu.
“Liseden beri içime gömdüm onu. İsmini bile koydum: Sessiz Gemi.”
Bir iç çekti.
“Ben sensiz bir gemi oldum, o ise sesiz bir gemi…”
Sustu bir an. Gözleri boşluğa takılı kaldı.
Belli ki yıllardır hiç kimseye anlatmamıştı bu hikâyeyi.
Belli ki ilk kez kelimeler ağzından dökülüyordu,
ve döküldükçe o kelimeler, içindeki yıllanmış yangını da dışarı çekiyordu.
“Ben onu gizli sevdim hocam…
Hiç açılmadım.
Açılsam, ya reddederse?
O zaman sadece aşkımı değil, benliğimi de kaybedecektim.
O yüzden sustum.
Okul bitti, ama ben susmaya devam ettim.
Sonra evlendim, o da evlendi…
Ama içimdeki sevda, hâlâ ilk günkü gibi duruyordu.
Sadece zamana değil, ömrüme de direniyordu.”
Onun her cümlesi, bir anıya batırılmış bir hançer gibiydi.
Bir taraftan anlattıkça rahatlıyor,
bir taraftan hatırladıkça yeniden yaralanıyordu.
“Ben dalgasız bir denizde,
limana hiç yanaşmayan bir gemi oldum,” dedi.
“Bazen sabahları onun hayaliyle uyanır,
geceleri onu düşünerek uyurdum.
Benim mutluluğum onun adını içimden geçirebilmekti.
Ses etmeden, gürültü yapmadan sevebilmekti.”
Bir gün onu tekrar görmüş.
Boşanmış.
Ama o adam, elleri titreyerek yürümüş yanına.
Kelimeler yine boğazında düğümlenmiş.
Lise yıllarındaki suskunluk, sanki yeniden sarılmış boynuna.
Ne o kadına “seni seviyorum” diyebilmiş,
ne de kalbine “sus artık” diyebilmiş.
“Ben onun çalıştığı yerin önünden geçiyorum bazen,” dedi.
“Sırf varlığını hissetmek için.
Beni tanıyor ama anlamıyor.
Ben yanından geçerken, o sadece bir adam görüyor.
Ama ben onun gölgesinde yıllarımı yaşıyorum.”
Sessizlik çöktü bir süre.
Bir çaydan, bir hayattan bu kadar buhar yükselmezdi.
Benim aşkım hiç geçmedi hocam, dedi sonra.
Ben şiirler yazıyorum ona, sonra yırtıyorum.
Çünkü o bilmiyor… Ve bilirse her şey bozulur diye korkuyorum.
Ona baktım.
Yüzünde ne gençliğin tazeliği vardı artık,
ne de aşkın cesareti.
Ama gözlerinde,
sırf bir kadını düşünmenin verdiği tarifsiz bir huzur vardı.
“Git, konuş,” dedim.
“Bir kelime yeter bazen, bir dokunuş…
Belki o da seni bekliyordur.
Belki senin adını yıllardır kendi yüreğinde fısıldıyordur…”
Kafasını salladı.
Sanki içinden bir çığlık koptu ama dışarıya sadece bir “belki” döküldü.
“Ya olmazsa hocam?
Ya yine beni anlamazsa?
Ben o zaman sadece bir aşkı değil,
kendimi de kaybederim…”
Anladım.
O adam artık o kadına değil,
bir ihtimale âşıktı.
Ve bazen bir ihtimal, bir hayattan daha değerliydi.
Çünkü yaşanmayan bir aşk,
hiç yaralanmazdı.
Ve içte saklı kaldığı sürece,
hep en güzel halinde kalırdı.
Son çay bittiğinde,
gözleri uzaklara bakıyordu yine.
Orada o kadını mı görüyordu,
yoksa kendi gençliğini mi bilmiyorum.
Ama belli ki o,
bir limana hiçbir zaman yanaşmayacak olan,
sessiz bir gemiydi.